Aşkın Sosyolojisi

“Kendimizi huzur zevk içinde yaşamaya bırakalım şimdiki zamanda,

Özgürce nasıl yaşamak gerekiyorsa öyle,

Saraylar köşkler gerekmez,

Ama loş galerilerde, salonlarda,

Kitaplarla söyleşerek gezinerek,

Zihinlerimizi, emeklerimizi hoş tutalım…” 

L’épigramme à Rabelais’de işte böyle anlatıyor aşkı Marot…

Bu yazı aşkın sosyolojisi hakkında konuştuğum podcast’in metne dökülmüş halini içeriyor ve hayattan değil Georg Simmel’den öğrendiklerimi kapsıyor!

Karanlığın sakladığı şeyi ışık gösterir. Ve herkesin vardır bir karanlığı… Aşk, kişinin karanlık üzerinde denetimi olması… gizli olanın seçici bir yaklaşımla ötekine sunulması. Bu sunum süreci yakınlaşmayı, ötekinin giderek birin parçası haline gelmesini, birleşmeyi sağlar, Cem Akaş böyle anlatıyor.

Paradoksal olarak da aşk iki ters dürtüyü içerir, kişi kendi hakkında olabildiğince çok şey anlatmaya daha çok paylaşmaya ötekini iyice içine almaya kendi karanlığını azaltmaya yönelirken yani kendini aşka getirdiği kimliği üzerinde kendini yeniden kurması, denetim sağlama çabası… Birlikte büyümek, ilişki, zenginleşme söz konusu. Diğer yandan da bazı şeylerin karanlıkta kalmasındaki direnç, kimliği koruma çabası.

Aşkın bir başka gerilimine Simmel’den bakalım. Ki aşk sosyolojisinin en önemli isimlerindendir. Galatasaray Üniversitesi’nde Sosyoloji Yüksek Lisans’taki aşk sosyolojisi dersimizin temel okumaları hep Georg Simmel’di. Okuması da çok zor anlaması da. Basitleştirirken umarım anlamda kaymaya sebep olmam.

İnsan bilincine göre duygusal ayrılıklar duygusal birleşmelerin ilki ben ile sen arasında oluşur. Varlığımıza amaç vermeyi amaçlayan irademizi pas geçerek bir sen ya da bir bene sahip olmanın etkileri ne olacaktır diye sormadan, bunların birleşip birleşmeyeceğini önemsemeden katıksız bir şekilde güdüsel olan davranışlarımızı insanca tanımlar. Yine aşkın içindeki karmaşıklığı şöyle ele alıyor senin mutluluğu için benin yıkımı…

Kişi sevdiğiyle aynı şeyi yapıyorsa bunu yasal bulmasındadır, zaten kişinin de amacı bu değil midir? Güdülenmesi diyelim. Kendiliğinden gelen bir şeydir bu. Toplumsal dayanışma yoluyla birinin yararına iyilik yapmak gibi sevgiyle yapılıyorsa da daha fazla yol kat edilmiştir. Duygusal olarak ben, sen’e yaklaşmıştır. Ancak burada Schopenhauer devreye giriyor ve iyilik ve esirgemezlik sistemini çalıştıran şey; ben ve sen’in bütünlüğünden farklıdır; işin doğrusu aşk mucizesinin ne benin ne senin içinde kendi varlığını kaybetmemesidir diyor. Rasyonalizme bel bağlayan Schopenhauer’u mesafeli aşk ile burada park edelim ve aşkın içindeki gerilimlere Simmel ile devam edelim.

Ona göre Aşk yaşayan bir varlığa biçim verir. Yani benim aşkım, benim tasarımımdır der ben. Aşk nesnesini bir ürün gibi yaratır. Çünkü aşk, her şeyden önce mutlak bir biçimde nesnesiyle içiçe girmiştir. Sadece bağlanmış değildir. Aşkın nesnesi aşktan önce var olamaz. Sadece onunla var olabilir. Birlikte oluşan, önceden var olan öğelerle oluşturulamayan ancak sevgilinin davranışıyla oluşan bir şey. O halde aşk birleştiricidir diyebilir miyiz?

Aşkı içkin işleviyle ele almak önemli diyor Simmel, cinsellik ile sınırlanamaz. Ona göre; yaşamın bütünleştirici birliğine bağlı ve çıkarcı olmayan aşk içten bir kendi kendine yetmekten doğar. Israrla isteme hali, arzu, sevme ihtiyacı, gözü kapalı sürükleniş, insanın içinde kıpırdayan, durmaksızın katlanan, iç dünyanın saf kanıtı, heyecana kapılış, dıştan gelen bir şiddet olan aşk içeriden gelen canlı bir dinamiktir.

Fakat aşkın bütünüyle reddettiği şey soyun çoğalması için beslenen çıkardır. Aşkta seven varlık kendini her şeyden hazdan, bencillikten soyutlamıştır. Ancak soyun devamlılığına dayalı ve araçsallaşan noktada aşk buna yabancıdır. Aşk geçiş ya da son amaç olsun fark etmez ister sanat yapıtı olsun ister dinsel inancın içeriği, araçtan yararlanmaya denk düşen doğal eğilime yabancıdır. Aşk bunun ötesindedir. İşte Simmel’deki aşkta asıl gerilim burada başlar. Aşkın trajedisi budur. Her evlilikte olduğu gibi bu durumda aşk içine kapanır, akışından kopar.

Kendi öz anlamına dönecek olursak aşk her türlü çıkarı unutmuştur. Aşk öznenin sürekliliğidir. İçini dökmeden bir başka öznede kendini yaşayandır. Onun çevresinde serpilip gelişir. Sonunda da kendi içinde var olan merkezi bulur. Ama bu soyun gelişimi ve sürekliliğin korunması için değildir.

Yani aşkın üzerine düşen trajik gölge aşktan kaynaklanmaz, soyunu sürdürme anlayışından kaynaklanır. Bireycilikle, soyun sürekliliği ikileminin başladığı bu nokta son derece karmaşık. Yoğun bir o kadar ince.

Bir yanda her şeyi içine almak isteyen bir yaşam, diğer yanda onu yaratıcılığından kopararak kendi öz tohumuyla mutlu ya da acı yazgısını eken ve bunu derin bir istençle ya da yüklendiği görevle yapan yaşam… Kendiliğinden bir çelişki.

Margueritte ve Faust’un aşkına bakalım. Simmel burada Faust’un kendi iç yazgısının benzersiz bireyselliğine vurgu yapıyor. Margueritte ise onu birey sıfatıyla değil, aşan ve egemen olan akıllı insan sıfatıyla sever. Faust’un özel kişiliğini bilmez. Bu konuda önsezisi bile yoktur. Kendisiyle konuşmalarında ondan söz ederken bireysel olmayan şaşırtıcı bir deyim kullanır “öyle bir adam”.

Margueritte erkeğini cinsel yaşam, çocuğuyla ilişkisi, ev içinde yapıp etmeleri ve aile yaşamı ile algılar. Faust’a göre ise böyle bir deneyim basittir. Faust, Goethe’nin bir uyarlaması. Bir oyun. Ve ana fikri de aslında Faust’u dünyevi zevkler ile tanıştırıp, çalışma alanından çıkarmak ve yolundan döndürmektir. Bu aşkın mutlak bir aşk olarak adlandırmamıza olanak sağlayan bir veri yok elimizde. Sonuçta Simmel’i mutlak aşkı soyun sürdürülmesi meselesinden koparıyor ve diyor ki saf aşk soyun sürdürülmesi düşüncesinden kopuk bir özneyi ötekine sürükleyen eylemdir.

Biri kendine eş seçerken soy amacı güdüsü, aşk duygusunun önüne geçer ve biyolojik açıdan kendine elverişli olacak eşi seçer. Aşkın çocukları ifadesi ise sadece bir durumda gerçek olabilir. Anne ve babanın bireylikleri birlikte iken en güzel çocuğu doğurmaya hazır oldukları anda aşk ve aşkın çocukları doğar… yani gerçek aşk kendini soy amacı akımından kendini kurtarmıştır ve böylece çelişki halinde değildir. Aşkın doğuşu bu akımın içinde gerçekleşir ve durmaksızın aşkınlaşır.

Marot’tan bir epigram:

“Cesur yüreği ne mutlu ne bedbahtır

Ne çok neşeli ne de çok melankoliktir

Her şeyden önce bir melek esprisine sahiptir o,

Hem de göklerde uçan en incesine.”

 

Gülsünay Uysal

Category: Blog
Tags: Blog
Önceki yazı
-mış gibi
Sonraki yazı
Öyle Böyle Değil

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Fill out this field
Fill out this field
Lütfen geçerli bir e-posta adresi yazın.
You need to agree with the terms to proceed

keyboard_arrow_up