Kuru, siyah parmaklarıyla ustaca sarıyor, diline yapışan tütünleri tükürürken toy garsona içeride geçen gençliğinin öfkesiyle iş buyuruyordu.
O akşamüstü mavi masa örtülü meyhanede kaşık çatal sesleri başlarken deniz arsızca vuruyordu taşlara. Hava kararsızdı. Daha dün gece çarşaf gibiydi deniz İstanbul’da. Geç saate kadar Seda ile Cihangir’deki çay bahçesinde oturmuştuk. Ertesi sabah günlük güneşlik İstanbul’dan Burgazada’ya döndüğümde yağmur çiseliyordu.
Fırat’ın kara, kuru yüzü bir yılanı andırıyordu. Çirkinliği, iştah açıcı güzelliğime ilgisizliği beni kavuruyordu. Kediyle birlikte uyuduğu o eve girmek bana her defasında eziyet, ona yorgunluk oluyordu. Hiç vazgeçmiyordum. Asla üşenmiyordu. O geceler kediyi sokağa bırakıp sevişiyorduk. Sonra alerjim başlıyordu, balkonda sabah hiç olmuyordu.
O gece çatal, bıçak seslerini bastıran müzik yeniden kısıldığında “hadi” dedi Ustad Yanni… “Artık evinize.” Fırat, her zaman 70 lira gelen hesabı ödedi. İki kişilik rakı hesabıydı, ne eksik ne fazla. O an masayı toplayan toy garson elindeki sivri uçlu bıçağı ayağıma düşürdü. Pişmanlıktan mı, fırsattan mı bilinmez bıraksam ayağımı öpecek kadar eğildi. Fırat ise, her zamanki umursamazlığıyla kanayan ayağıma aldırmıyor, toy garsonla flörtümü duymuyordu. Hafifçe ittim çocuğu. “Bir şey yok, işine bak” dedim. Bıçağı yerden alırken, Fırat’ın yanımdan geçen kadına pürdikkat baktığını gördüm. Kadın da Fırat’a bakıyordu. Geçmişi olan bir bakıştı. Ayağımdaki kesik kanıyordu, kanlı bıçağı çantama atıp, “Hadi kalkalım!” dedim. Kanlı elimi mavi masa örtüsüne sildim kalkarken. Fişi buruşturdu tek eliyle. “Tanıyor musun?” dedim. “Uzağı görmüyorum, biliyorsun” dedi. Gözleri az görüyordu ama içeride uzun yıllar kalan birçok mahkumdan daha iyiydi.
Yürüdük, sonra yokuşu tırmandık. Ne köpekler vardı ortalıkta o gece ne de sesleri. Ürkütücü bir sessizlik bizi boğuyordu. Biraz önceki kadın aniden karşımıza çıktı. “Ne derdin var?” diyecek oldum, hızlıca otele giriverdi. “Yine o kadın. Kim bu?” dedim. “Tanımıyorum,” dedi. Biraz tedirgindi. Adanın kokusunu içime çektim, içime sinmeyen kadınla birlikte. Ayağımın kanaması durmuyordu. Eve vardığımızda Duman’ı bahçeye çıkartmasını bekledim. Şefkatle kapının önüne bırakıp, yanıma geldi balkona. Arsız bir mutlu etme telaşı vardı o gece yüzünde. İçimde uzun uzun kalmasının nedeninin vicdanını susturmak için olduğunu o an bilmiyordum.
Salonda kanepede uyuyakalmışım. Uğultu sesleriyle uyandım gece yarısı, rüzgar bencilce savuruyordu dalları. Yağmur ve fırtınanın gürültüsü arasında bir ses duydum. Köpekti. Adanın serseri köpekleri. Salonun kapısını açtım, girişe doğru yürüdüm. Hınçla kapıya saldırıyorlardı. En az altı tanelerdi, sokak kapısının camına doğru ardılıp yeniden yeniden vuruyorlardı. Kapının tam arkasında durmuştum. Bir şeyi parçalıyorlardı. Sonra ince bir ses geldi. Köpeklerin havlamaları kesildi. Hızlıca çekildiler kapının önünden.
Bir süre sonra ışığı yaktım. Sakinleşince bir bardak su almak için mutfağa gittim. Tezgahta iki kirli rakı bardağı gördüm. Sonra iki kirli kahve fincanı. Sonra iki kirli çatal. Sonra girişte duran ve hep yanlış yerde çürüdüğüne sızlandığım antika şifonyerin çekmecelerini karıştırmaya başladım ve bir şal buldum. Benim olmayan. Salona döndüm ve biraz önce üstüne basıp geçtiğim kağıt parçasına uzandım. Dün gece saat 23.10’da mavi masa örtülü meyhaneden 70 liralık fiş. Yeşil çantamdan bıçağı çıkardım. Kadına bakışlarını kazıdığım bıçağı elime aldım. Kan kurumuştu üstünde. Yatak odasına gittim. Sırt üstü yatmış, ellerini göğsünde bağlamış uyuyordu. Saat sabah 3.00’tü.
Balkona çıktım, Kaşık Adası’na bakarken evde olmadığım geceleri düşündüm. Sonsuz bahçeye açılan o kapıyı araladığımda geri dönmeyeceğimi biliyordum. Çok yıl. Gri kedi, Duman… Kapının önünde kanlar içinde yatıyordu. Köpekler boğmuştu. Duman, en sevdiği. İzlemiştim kapının arkasından. Ölmeliydi çoktan. Üstünden atladım. Kanlı bıçağı çantama koydum. İlk vapur 6.20’deydi. Otele gittim. Dişi köpeğin yanına.
gülsünay