Nisyan

“İnsan nisyandan alındığı için nisyana mübtelâdır.”

Unutur insan. Unutmasa yaşayamaz. Dostlarımın aşktan akan gözyaşlarının tadına baktım ellerimle silerken defalarca. Diyordu ki bu gözler, “nasıl unutacağım”, “asla unutamam”… Zaman merhem olup sarıyordu tüm açık yaraları. Unutmaya meylediyordu yürekleri. Öyle olmasa nasıl olurdu. Alır mı hiç akıl? Mümkün mü, hangi yürek dayanır aşk acısına? Unutuşlarını seyrettim uzaktan ve yaşadım yakından. Unuttular aşklarını, aşkı unuttular, sonra da vazgeçtiler. Ben de sevdim. Unuttum elbet ben de. Unutuyor insan ama merak da ediyor kendi kendine, hatta yıllar bile geçse.

“Bir insan kaybının ne olduğunu bilemedikleri için,

Kaybetmek onlar için bir alışkanlık haline geldiği için,

Oysa ben hiç insan kaybetmedim,

Sadece zamanı geldiğinde vazgeçmeyi bildim o kadar!”

Bir şarkı çalıyor radyoda, “ben seni unutmak için sevmedim” diyor sanatçı. Gülümsüyorum yarım ve buruk. Acaba ne yapıyor şimdi, mutlu mudur derken; işte kalem ve kağıtla buluşuyorum! Kaç kişi kavuşmuştur sevdiğine? Kaç aşkın sonu unutmakla bedellenmiştir? Kim bilir… Kimse bilmez! Unutmaya mahkum edilmiş aşklar, yeterince beklememiş diye belki doğmadan, çiğ diye dahası toy kokuyor diye tutkusundan yana… Ya da ne bileyim sonu yok diye kimilerince… Yaşanamamış aşklar, hiç yaşanamayacak diye en bakir kalanlar! Oysa belki de diğerleri haklılar. 3. Şahıslar çoğu zaman görürler. 2 kişinin dışındakiler “olmaz”ı gelmeden görmeyi ve tellallığını yapmayı çok severler, söz konusu aşk iken. Dillerindeki şey, dokunmaya cesaret edemediklerimize dönüşebilir. Kitap arasında kuruttuğumuz çiçekler gibi, canını aldık aşkın ya da öylece koklamadan, canına dokunamadan bıraktık tozlu sayfalar arasına. İz bıraktılar yıpranmış sayfalara. Aşk, üryan kalmak ister, zırh kabul etmezdi oysa. Kalın ve yıllanmış bir kitabın arasına koyup canını aldığım ve çoktan unuttuğum ve unutmaya mahkûm doğurduğum aşkım memleket kokulu bir çocuktu bana…

Çocukluğumun yazları köyde geçti. Çocuklar istop, yakartop gibi oyunlar oynardı. Ben aslında bir türlü beceremediğimden; onlara göre ise onları küçümsediğimden oynamazdım. Bir gün ilk defa oyun oynadım onlarla birlikte. “Yakalamaca”. Herkes kaçıyordu, bir kişi “ebe” oluyordu. Kara kuru, çelimsiz bir çocuk “ben ebeyim kaçın” dedi. Herkes koşmaya başladı. Ben çok koşamadım. O da yakaladı.

– “Yakaladım Seni” diye bağırdı.

Kimse yoktu. O ağustos akşam üstü hava kararırken köyümüzde, çam ağaçlarının arasında beni çiçekli elbisemden yakaladığında öyle korkmuş ve üzülmüştüm ki… Durdum ve aniden kaşlarım çatık ona döndüm yüzümü. Önce ayaklarına baktım. Ayakları pislikten simsiyah olmuştu. Terliğinin teki neredeyse kopmak üzereydi. Çok zayıftı ama güçlüydü kemikleri besbelli. Belirgin değildi yüz hatları. Öylesine bir yüzü vardı… Taa ki gülümseyene kadar. Ona bağıracaktım çünkü canımı yakmış, hırpalamıştı beni. O an gamzelerini gördüm. İçim cız etti. Birden canımın acısı yüreğime geçiverdi. Ona şöyle dedim duyurmadan etrafa:

– Ben şimdi ne yapacağım?

– Sen ebesin, yakalayacaksın

dedi. Sesi daha az öfkeli, daha çok kendiydi. Hızlı hızlı nefes alıyordu. Bana güvenmiyordu. Tedirgin bakıyordu. Çünkü benim amcam onun öğretmeniydi, o ise tembel, serseri bir öğrenciydi. O kadar merak ediyordum ki biz apartman çocukları köy çocuklarının zihninin neresindeydik? Öfke ve merak arasında geliyor gidiyorduk. Zihinlerinde yoktuk belki de. Hep dışarıdaydık. Geçici arkadaşlardık biz. Pastadan payımız yoktu. Bugün vardık ama yarın olmayacaktık. Düzende ses çıkartmak düşmezdi bizlere. Biz maçı izleyeceksek izleyebilirdik elbette ama rol yoktu sahnede. Rolleri o çocuklar bölüştürüyordu, bana şehirden düşüyordu pastanın dilimi onların zihninde. Oysa bilmiyorlardı biz köylü çocuklardık şehirde. Çünkü asıl şehirli çocuklar yazları sınıf arkadaşlarının aileleriyle beraber tatile veya kamplara giderken biz köye geliyorduk.

Ya şehir… Ait olmaya can attığımız şehirde nasıldı halimiz?

Şehirdeki evimiz gün boyu arabaların geçtiği bir yolun kenarındaydı. O kadar korkardım, o kadar korkardım ki, mahallenin çocuklarıyla oynamak için inemezdim sokağa. Çocukluğum perdeyi aralayıp izlemekle geçti sokaktaki sarı saçlı muhacir kızlarının ip atlamalarını. Mahallemiz Yunanistan göçmenlerinin oturduğu bir semtti. Ev sahibimiz de Yunanistan muhaciri Aziz Amca. Bol şekerli kahveler pişirirdi bize eşi Fatma Teyze, anneme “Mari” bana ise “Kızanım” derdi. Sohbetlerine doyulmayan, müstesna insanlardı. O yıllarda Aziz Amca’yı kaybettik. Türkiye’de oturma izni alamadan gitti Aziz Amca. Fatma Teyze’nin eski tadını, şen şakrak sohbetlerini bulamadık sonraları. Şimdilerde temelli açtı arayı. Gelmedi Türkiye’ye. 90 küsur yaşında olmalı. Yunanistan’da yaşıyor. Sokakta ip atlayan muhacir kızları, komşu kızları, sarı saçlı, beyaz tenli kızlardı. Çok güzel giyinirlerdi. Konuşmaları çok değişik gelirdi kulağıma. Ben kendimi farklı bir dil konuşuyor gibi hisseder, başka türlü kıyafetlerine bakar, genelde tek olurdum kalabalık çoğulluklarında. Yalnızlığa meyilim işte o zamanlarda biçimlendi. Biz arada kalmış çocuklar olduk hep. Şehirlerden şehirlere geçerken yaptığımız yolculuklar boyu hecelediğimiz levhalarda öğrendik okumayı.

– Bursa 70 km. Yani ne kadar kalmış baba?

Ne oralı ne buralı olamadığıma üzüldüğüm zamanlarda aidiyetsizliğimden bir yurtsuzluk yaratıp öfkelenirken şartlara, bir yandan da uzak kalınca köyden ve akrabalarımdan onlardan çok oralı olurdum. Şehirde arkadaşlarıma ilk önce “Sizin köyünüz var mı?” diye sorar oldum sonraları. Çoğu ne demek istediğimi anlamadı. Yani “Burada böyle ufacık bir aile misiniz, ninen yok mu, kocaman bir bahçesi yok mu, o bahçede dut ağaçları yok mu?” demek istiyordum. “Sen tarlada işçiler çalışırken uzanıp ağaç dibine uyumadın mı hiç öğlen vakti kaçamak yapmadın mı, o bir saatlik uykunun üç günlük dinlenmeye denkliğini anlamaz mısın, işçi kadınlarla birlikte römorkta gündöndü dövmedin mi?” demek istiyordum. Köyde şehri özledim, şehirde köyü. Köyde “şımarık şehirli” oldum, şehirde “cahil köylü”. Yani hayat “biz gibiler”de hep kendini ispatlama çabasıyla yer buldu. “Samimiyet”ime inandırmak ve “olduğum gibi” kabul edilmek için büyük bir emek harcıyordum. Hayat “biz gibiler”i bir mücadele içinde var etti. Kimilerini yok etti, kimilerini var etti.

Sonra bir kış daha geçiyordu, annem artık saçlarını sarıya boyatıyordu. Babam vaktiyle kendini adadığı siyasi davasından biraz daha uzaklaşıyordu. Ablam genç kız oluyordu, şehirli alışkanlıklarını öğreniyorduk. “McDonald’s”a gidiyorduk arkadaşlarımızla. Ben şivemi yeniden düzeltiyordum. Daha fazla siniyordu İzmit’in sisi yakalarımıza. Daha fazla şehirleşiyorduk. Sonra yaz geliyordu ve görünüyordu memleket yolları. Siyah poşetlere yerleştirdiğimiz paket paket pişmaniyelerle düşüyorduk yollara. Uludağ’ın zirvesindeki karlara güneşin vuruşunu seyre koyuluyorduk yaz ortasında, bir dolu köy hasreti, yakınların özlemi ve umutla. Bizimkiler aşk evliliği yapmış. Hem de ne aşk! Daha annem ilkokul bire babam üçe giderken aşık olmuşlar birbirlerine. Sevgi bizde çok derin havzalara doldu. Annemin babası vermemiş annemi yıllarca. Babam da vazgeçmemiş. Kaçırmak istemiş. Annem kaçmamış ama vaz da geçmemiş. En sonunda dedem “he” deyince, bizimkiler tutmuşlar büyük şehrin yolunu…

Köye girerken önce dereyi görüp, köprüden geçince varıyoruz ninemin evine. Sokaklar delikanlılarla doludur her vakit. İnek pisliği kokar köy, çamurdur yerler. Biz bağırırken çamur olan ayakkabılarımızın hatırına sitemkâr ve kaprisli kelimelerle, anam bir iç çekerdi, bir nefes… O 21 yaşında çıktığı köyüne hep hasret, hep gurbet… O zamanlar köyde babaannem yıkardı bizi hamamda. Tel tel ayırır, örerdi saçlarımızı, şehrin tüm yorgun yüzünü akıtırdık orada. Her an macera doludur köyde. Toprak hamamdan akrep çıkardı mesela. Ee… Babaanne Osmanlı kadını, ne öldürür hayvanı, ne ürkütür bizi. Hemen bir çaresini bulurdu. Bizi köyden soğutmamak için her şeyi yapardı o. Sonra dedem koklar bizi koynumuzdan “mis, mis..” der. Salçalı ekmekler yeriz kuzenlerle kiremitlikte. Erik ağacının dalları kiremitliği yalar. Oturduğumuz yerden koparırız kocaman yeşil erikleri, tuza banıp yeriz sonra, o an sanki dünya avuçlarımızda. Oyun oynarken çamurdan yemekler yaparız kuzenlerle, erik ağacının üzerindeki yapışkanları toplarız.

Köyün en çok akşamüstleri güzeldir. Köy meydanında çınar ağacının altındaki çardağa oturur yaşlılar, köyün ilk öğretmeni olan dedemin sesi tüm evleri doldurur. Biz çocuklar okul bahçesine oynamaya gideriz. Ve ben yine o gamzeli çirkin çocuğu görünce, üryan hallerde boğulurum. Çiğneyebilseydim, tükürüp atardım ama düğüm oldu işte boğazımda yutkunamadım hiç, tıkanıp kaldım.

“Aşkla kurallar alışkanlıklar edinmiş ilişkileri ayırmak gerekir. Çünkü kurumlaşması mümkün olmayan, başka bir türlü ilişki biçimidir. Ece Ayhan ”aşk örgütlenmektir” diyor, evet; ama aynı zamanda kendi örgütünü de hedef alan bir süreç. Özgürleşmenin vazgeçilmez koşulu aşk ve isyan… Anarşidir aşk. Yeni hayat aşktan geçer. Şiiri dışarıda bırakan ne isyan ne aşk hayat bulabilir. Yanıt vermekten vazgeçmek iyi bir seçenek olsa da aşktan vazgeçmek iflastır.”

Ya o ilk gamzelerini gördüğüm akşam: Benim şehirli kibrimin hesabını soruyordu, köyde lastikle gezen kızların benim Yunanistan’dan gelen havalı sandaletlerime kıskançlıklarının acısını çıkarıyordu ki birden aslında ne kadar savunmasız olduğumu gördü. Tir tir titriyordum adeta. Rezil olacaktım. Ben koşamazdım ki, kimseyi yakalayamayacaktım ve güleceklerdi, dalga geçeceklerdi. Korkuyordum…

– Ben kimseyi yakalayamam ki.

Sonra bana baktı uzunca baktı ve elbisemi hem bıraktı hem hiç bırakmadı. Bir parçamı aldı götürdü sanki koşmaya devam ederken. Bir gülüşümü aldı, bir bakışımı. Gitti ve başkasını yakaladı köy çocuklarından. Bana doğru koştu hemen ardından, uzaktan gülümsedi. Çirkindi ve çok güzel gamzeleri vardı gülünce beliren. Öylesine belirsiz ama asi ama hırçın yüzü gözümden hiç gitmedi. Ben çocukken yaz akşamlarım her yıl böyle geçti. Ne ben neyin içinde olduğumu bildim ne biriyle konuşabildim. Fakir bir ailenin tembel, serseri çocuğuydu çocukluk aşkım, bense köy ağasının modern, şehirli torunu. Köyden bağlarını koparmaması gereken, erdemin okumak yazmak diye verildiği bir evin kızı. Köyden bir çocuk sevip, çiftçi olmayacaktım ya… Ne olacaktım peki? Ne biçiyordu bana kıymetli büyüklerim? Sonra her yaz pirelendim amcamın av köpeği Bulur’u severken ardından amcamın vurduğu bıldırcınları sobada pişirip yerken unuttuk kaşınmayı. Ağaçlara tırmanamadım, köy çocukları güldüler, bana merdiven koydular öyle çıktım. Öğlen uykularım oldu akranlarım tarlada patates toplarken. Sonra bisikletten düştüm, çünkü yerler orada ya kumdu ya da topraktı. Şartlar aldatıcıydı, zemin sağlam değildi, çokca kaygandı. Çiftçinin işi bir damla yağmura bakardı. Dayım sabahlara kadar sokakta beklerdi, yağdı yağacak. Köydü orası, küçüktü, laf, söz gırla giderdi. Nasıl biliriz oysa değil mi, köy dediğin billur gibi berrak. Evvelden öyleymiş. Şimdi pis kokusu uzaklara varan derede az yıkanmamış annemler vaktiyle. Hiçbir şey eskisi gibi değil elbet klişesi olsun bu cümlem de. Köyde evler yakın, laflar daha çabuk geçiyor oradan oraya. Herkes birbiriyle yaşıyor. Köyde yaşamak bugün şehirde yaşamaktan daha zor belki de, anlıyoruz büyüdükçe.

Sonra yaz biter… Kış yaklaşır, okullar açılır… Biz büyük şehrimizdeki küçük evimize geliriz. Elimde her defasında tarladan yeni koparılmış bir gündöndü kafası. Birkaç günlük köy hatırası olur, gider… Bu sefer de şehirli arkadaşlarım dalga geçerler konuşmalarımla, “buba” derim “baba”ya, “domata” derim “domates”e, bir süre on parmağımla yerim hatta yemeğimi.

“Ne kötüdür insanın aklıyla yüreği arasında çaresiz kalması. Ne kötüdür an kadar yakın bir asır kadar uzak olması… Ve bilir misin? Ne acıdır insanın bildiğini anlatamaması. “Ben” deyip susması “Sen” deyip ağlamaklı kalması…”

Biz ne kentli ne köylü olabilen çocuklar idik. Köyden kopmamalıydık ama ait de olmamalıydık köye! Boşuna vermemişti dedem ve babam modernleşme savaşını. Devam etmeliydi mücadele! Şehir bizi duman ediyordu. Okulumun karşısındaki kırtasiye vitrinine dair hayalkırıklığı kokan maceralarımı yazmaya kalksam gözyaşlarımı inci gibi dizelerim alt alta. Boynumu büküp yürürdüm bakamazdım hiç. Alamadığımız cetveller, pergel takımları ile süslüydü vitrin. Folklor kursuna gidiyordum, para istiyorlardı vazgeçiyordum. Kuran kursuna gidiyordum, para istiyorlardı vazgeçiyordum. Vazgeçmeyi erken öğretti bize şehir. Yetinmeyi. Mutlu olmayı sebepsiz. Ve ayrılıkları, çok sevip uzak kalmak zorunda olmayı toprağından, çabuk anladık “biz gibiler”. Köydü yaşamak istediğimiz yer ama büyük bir savaş vermek zorundaydık önce. Kim bilir neyin savaşıydı bu? Artık sorgulayamayacak kadar bir olduk kentlerle. Bu daha acı. “Neden” demedik. Yıllarca şehirli olma savaşı verdik. Büyük bir sınıf mücadelesi. Ancak yaşayarak ancak içinde olarak verebileceğimiz bir mücadele. Her sabah başlıyordu savaş, en çok annem yaşıyordu. Mesela sütün bakkalda paketler halinde satıldığını, bittiğinde kendisinden istememesi gerektiğini söylerken komşusu ona. Annem ağa kızıydı, çuvalla un, tenekelerle yağ. Yokluk nedir hiç bilmemişken kızlığında, şimdi şehirde yok oluyordu bu basit söylemlerle. Şehirli olmayı öğreniyordu. Zaman bizi şehirli ve daha sıradan yapıyordu. Bizse seviniyorduk çünkü her gün daha iyi ayak uyduruyorduk, daha yüzeyden yaşıyorduk. Zamanla para kazanmanın yollarını buluyorduk. Esnaf oluyorduk. Kazanıyorduk da. Sonra mahallemiz değişiyordu. Şehrin en çok istediğimiz yerinde oturmaya başlıyorduk.

“Ne sen, ne ben, ne de güzelliğinde toplanan bu akşam, Ne de fikrin elemlerine bir liman olan bu mavi deniz, melali anlamayan nesle aşina değiliz. Sana yalnız bir ince taze kadın, bana yalnızca eski bir budala diyen bugünkü insanlık, Bu sefil iştiha, bu kirli bakış, bulamaz sende bende bir mana, Ne bu akşamda ince bir gam, ne de durgun denizde bir kırgın gizleniş ve umursamazlık titreyişi.”

Karneleri alıyorduk ve sonra tekrar köy yolları… Ben kara kuru, gamzeli köy delikanlısını yine görüyordum. Yazlar böyle, uzaktan bakışmalarla ama sessiz ve dilsiz geçerken bir yaz öyle bir şey oldu ki… Biz köydeyken babam anneme telefon etti. Annemin canı çok sıkkındı o gece. Beni çağırdı. Yarın gidiyoruz dedi köyden. Neden dedim, bağırdı. Ancak sustum. Babam günlüğümü okumuştu… Ben gerisini çok dinleyemedim. Darmadağın olmuştum. Babam bana daha 8 yaşımdayken vermişti o ajandayı. Buna her anını yaz, bu senin günlüğün olsun demişti, günlüğü kimse okumaz. “Ya okurlarsa?” demiştim. “Hayır, bu günlüktür, okunmaz” diye cevap vermişti. Babam günlüğümü okumuştu… Günlükler okunmazdı, okunuyormuş, okunmuştu, okundu. Günlükler okunmaz! Ya okunursa yoktu! Gamzeli, çirkin çocuğa aşkımı adeta işlemiştim o deftere her kış gecesinde. Ben o zaman anladım, köyden birini sevemezdim. Ama sevmiştim. O delikanlı bunu hiç bilmediyse de, ben sevmiştim. Bir daha yazları köye gitmedik. Bayramlarda da Çamlık’a çıkmadım. Çamlık bizim köyde gençlerin gittiği bir tepelik. Orada sevenler birbirlerine bakarlar uzaktan. Bir aşağı bir yukarı yürürler, Oylat gazozu alıp ellerine, aydın çitlerler, bol salçalı tost yerler… Küçüktüm kolay vazgeçiyordum sonraları anladım insan bir kere vazgeçerse artık hep vazgeçiyor ya da bir daha hiç sevemiyor… Çok ağladım. Şehirde hep yalnız kaldım. Akşamlarını özledim köyün. Dantel ören, köyün en yakışıklısını seçen kızların sohbetlerini özledim. Onlar el işi yaparken ben kitap okuyunca benimle dalga geçmelerini, küçümsemelerini özledim. 

“Ela gözlerim teninizin en derenlerine getti. Batıl bir evlenme yaşadım. Sevsem de öldürüyorlardı, sevmesem de. Düşerler onlar da yıkılıp düşer bir gün. Heeç ağlamadım. Mavi kuzgun buğday başaklarını sıyırdı. Gözyaşım düştü. Ben bu yerde heç yaşamadım.” 

Ama sonra sonra unuttum ben onu. Sonra da sevmeyi unuttuk şehirde. Unutmayı öğrendik. Dedik ya işte, bir kere vazgeçersen, vazgeçmeyi öğreniyorsun, bir keresinde vazgeçemezsen hiç vazgeçemiyorsun. Bizi şehirlere vurup, dağıttı kader. Hep gurbettik, hep hasret bir şeylere ve birilerine. Yani bana unutturdular o kara köy delikanlısını. Dengin değil dediler. Okumadı o çocuk. Ama serserilik yapmadı hiç. Severmiş herkes, delikanlı çocuk olmuş. Bazen haberini aldım laf aralarında, ses tonu düşmüş cümlelerin içinde işittim halini hatrını. Onu sevdiğimi hiç bilmedi. 

Unutmak insan için. Vazgeçmek insan için. İnanmak insan için. Geçen bayram öğrendim evlenmiş bir süre önce. Yüreğimden ve usulca: “Bir yastıkta inşallah…”

Ben unutmasam yaşayabilir miydim bunca, Ben vazgeçmesem durabilir miydim buralarda, Ben inanmasam aşık olabilir miydim böyle, Allah’a?

Bana kimse unutmaktan bahsetmesin bugün! Bana kimse vazgeçmekten bahsetmesin bugün! Bana kimse inanmaktan bahsetmesin bugün! Bunlar en sevap günahları -insansa- insanın.

Şimdi iç çekişlerle unutulmaya ramak kalmış vazgeçişlerimi yazarken, biraz hüzünle elbette ellerimde, umutla adanmışlığım var üzerimde:

“Israr”dayım. “İnanç”tayım. “Aşk”tayım! Vazgeçmek artık imkansız değilse de yok kelimelerimde. 

“Akılda hakikat nurunu görme gücü yoktur. Sen git onu görmek için başka bir göz ara! Gönül gözü ara!”

Her gün bin şükürle, yaradılışımı nisyanla müptela kılan Yaradanıma!

Gülsünay Uysal, Aralık 2010

1 Mesnevî-i Nuriye, sf. 201

2 Can Yücel, Sadece Vazgeçmeyi Bildim

3 Enver Topaloğlu

4 Nazım Hikmet Ran

5 Ahmet Haşim, “Hayatı, eserleri”, Varlık Yayınları

6 Lale Müldür, Buğu Banyosu, 1956

7 Hz. Mevlana

 

Category: Blog
Tags: Blog
Önceki yazı
ÖYKÜ: Koca Memeli Feride
Sonraki yazı
Gelişen Nesil Akademi ile Mülakata Hazırlık

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Fill out this field
Fill out this field
Lütfen geçerli bir e-posta adresi yazın.
You need to agree with the terms to proceed

keyboard_arrow_up