Bilimsel teknolojik çağın görkemli şamatasında modern hayatın heyecanına kapılmış şüpheci bireyin belirsiz gerilimlerine, ara sıra hafifçe özüne özlemlerine, gizli huzursuzluklarına, çaresiz telaşlarına kısacası dostlar: Nevrastenik kent hayatına hoş geldiniz!
Ruhunuzun merkezinde “net”, “kesin”, “belirli” bir şey yok mu? Sürekli yenilenen uyarıcılar, dışsal etkinlikler, duyumlar sizi doyum arama yolunda kan ter içinde mi bıraktı ve yine de doymuyor musunuz? Yoksa nevrasteni değil de kronik doyumsuzluk (chronic unsatisfaction) mu bunun adı? Anksiyete de olabilir. Elbette bunları anlattı birçok film: “Barcelona Barcelona”, “Trainspotting”, “Requiem for a Dream”, “Fight Club”… Ama hayır! Bu yazının filmi Amores Perros. Çünkü parçalanmışlıklarımızı, bölünmenin ardından yeni parçacıklarda doğuşumuzu farklı şekilselliklerle anlatmaya çalışacağız. Bu bölünüşlerde paramparça olan aşkları soruşturacağız.
Kendimizi sürekli içinde buluverdiğimiz istikrarsızlıklarımız, kısılıp kalmışlığımız, çaresizliğimiz, kaos, metropol kargaşası, seyahat düşkünlüğümüz, alıp başımızı kaçma merakımız, yurt dışı seyahatlerimiz, bilinmedik alışkanlıklarımız, her gün yine başlayıp öbür gün veda ettiğimiz kurslarımız, yeni dinselliklerimiz, değişen ama aslında hep aynı olan ritüellerimiz, çılgın rekabet hırsımız, aynı stili, düşünceyi uzun süre beğenemememiz, bir kadına/erkeğe bağlı kalamama yönündeki tipik modern sadakatsizliklerimiz… Yani paramparça hayatlarımız!
Bir Alejandro González Iñárritu filmi olan Paramparça Aşklar ve Köpekler yani Amores Perros, kanaması şiddetle devam ederken arabada can çekişen bir köpeğin sahnesiyle başlıyor. Arabanın içinde iki adam ve bir köpek. Başka arabalardan kaçıyorlar. Bağırışlar, kanlar, can çekişen köpek, dehşet bir hız… Tam bir nevrotik kaos! Birbirleriyle dövüştürüldüğü üzere paramparça olmuş bir köpek bizi selamladıktan sonra başka bir mekândayız. Biraz önce arabayı kullanıp yanındaki çocuğa köpeğin kanının akmasını durdurması için kötü sözler kullanan Octavio (Gael García Bernal) bu kez bir kahraman. Ağabey, ağabeyin eşi, anne ve Octavio. Evde tam bir kargaşa. Ağabey uyuşturucu satıcısı. Erilliğin tahakkümünü kullanabileceği her alanda gücünü psikolojik ve fiziksel şiddete dönüştürerek sonuna kadar kullanıyor. Eve giriyor, vuruyor kırıyor, karısına çemkiriyor, kardeşi itiyor kakıyor. Octavio, ağabeyinin karısına aşık ve ona evden kaçmayı teklif ediyor. Ağabey, karısına şiddet uyguluyor.
Eski bir klasik film Amores Perros. 2000 yapımı. Hepimiz bir tokat yedik izlediğimizde. Bu dedik. İşte bu. Hepimizde biraz vardı bu bölünmüşlük, parça parçalık. Zaten hepimiz yarım yamalak hikâyelerin bir türlü tamamlanamamış kahramanları değil miydik? Bir an ayıldık gibi oldu. “Dur” deme zamanı geldi dedik sürüklenişlerimize ama nafile. Bizler çoktan doğadan mahrum bir soyutlukta yok olmaktaydık ya da nevrotik bireylere dönüşmekteydik. Çünkü erkektik. Babamızla derdimiz vardı. Dayatmaları vardı. Öfkelerimiz oldu bunlar. Kinlerimiz. Çünkü kadındık, evlendirildik. Evlilik kaçışımızdı. Aşkla doğmamış evliliklerde şiddet gördük, hiddetlendik. Ömürlerin adanacağı şeyler değil miydi derken evlilik, ayrılamazdık, kadındık. Evlenmedik. Toplumun yargılayışı olduk. Yalnız kaldık. Yalnız kadını olduk toplumun, mücadele etmek için çabalarken bir başımıza, laflara, sözlere göğüs gererken yaşlandık, yorulduk. Toplum nevrastenik bireyler yetiştirmeye hep gebeydi. Aslında başka türlü bir yol yoktu. “Modern” denilen bu süreçte şimdi “geç”, “erken” ya da “post” geçişlerinde, ikilemlerde boğulmuş, arada derede kim bilir nerede, sinirleri zayıf, bozuk, asabi bireyler olduk, modern zamanlarda ıstırapla yoğrulduk.
Georg Simmel bu nevrozun kökenlerinin “doğadan giderek uzaklaşmada, para ekonomisine dayanan kent hayatının bizlere dayattığı soyut varoluşta” yattığını söylüyor. Metropol kişilik tipinin ruhsal temelini, sinirsel uyarıcıların yoğunluğu oluşturur[1] diye ekliyor. Buradan doğru modern nevrastenik kişiliğin ruhsal koşullanmalarını yaratan metropolün kendisidir diyebiliriz.
David Frisby, bu durumun, yani toplumsal hayatın bu hızının ve çeşitliliğinin, hep yeni olan ve sürekli değişen izlenimler doğuran kesintisiz duygu bombardımanının, bireyin toplumsal, fiziksel çevreleri ile kendileri arasına mesafe koyma girişimleriyle sonuçlandığını söylüyor.[2]
Simmel ise söz konusu “mesafe”yi modern döneme özgü bir “duygusal özellik” olarak değerlendiriyor ve bunun patolojik bozukluk, agorafobi yarattığını yani nesnelerle fazla yakın temasta bulunmaktan duyulan korku olduğunu belirtiyor. Simmel, bu gibi bir dolaysız müdahalenin acıya neden olan hiperestezinin sonucu olduğunu ve modern döneme özgü bir duygunun en uç halinin bu olduğunu belirtiyor. Modern hayatın bir nevi “nesnellik” gibi bir özelliği olan “mesafe”nin modern bireye huzur vermeyen bir “özgürlük” sunduğu söylenebilir.
“Ben”ine düşkün, toplumsala ilişkin tüm çoğulluklardan kendini yalıtmış bireylerle dolu bugün metropoller. Özgürler ve içi doldurulamaz bir boşluktalar. Bu boşluğa bir isim vereceksek huzursuzluk olur. Birey kentin kalabalığında bağımsızlığını ve yalnızlığını sonuna kadar hissetmekle yükümlü. Geniş çevrenin zihinsel hayat koşulları, bireyler arası daima korunan karşılıklı mesafe ve kayıtsızlık. Bu modernite ürünü metropoller bireyde, dışarıdan bir güç imgesi örgütlüyor gibi görüyor: Özgürlük, bağımsızlık ve kayıtsızlık gibi. Ancak bunların yanında huzursuzluk, yalnızlık, nevrotik eğilimler, doyumsuzluk, kaygı, şüphe de var ediyor.
Simmel, Metropol ve Tinsel Hayatlar’da bu kayıtsızlığın, bireyin kişiliğini ortaya koyma çabasına nasıl dönüştüğünü anlatıyor. Metropollerde bireyler arası temalar –küçük şehirlere kıyasla- daha kısa ve seyrek. Daha çabuk göze çarpmak gerekiyor. Birey kendini daha hızlı ve özlü bir biçimde ifade etmek zorunda. En kısa sürede en çarpıcı izlenimi bırakma zorunluluğu ile karşı karşıya olan birey “farklı olma”, “çarpıcı olma”, “diğerleri arasında sivrilme” uğruna, toplum tarafından üretilmiş bir “rıza” ile “tuhaf” olmaya teşvik ediliyor. Para, aşk, kariyer… Mevzu ne olursa olsun işte bu yapılandırılmış rekabet dünyasında üretilmiş hırslarla, birbirimiz için kulvar dışına atılması gereken, ilk fırsatta çiğ çiğ yenecek tavuklarız nevrastenik hayatlarda.
Bıkkınız bir kere. Usanmışız. Umutsuzuz. Üstelik ne heyecanımız var ne hevesimiz. “Ruhsal mesafe”, “agorafobi”, “hiperestezi” derken hayata karşı toptan bir kayıtsızlık halindeyiz. Çünkü artık değerler arası farkları algılayacak, ayırt edecek yeteneklerimizi yitirdik. Her şey aynı renk, hatta renksiz ve donuk. Heyecan duyacak hiçbir şey yok. “Bıkkınlık”ın altında “zevke doygunluk” boylu boyunca uzanıyor üstelik. Fütursuzca eşyaları elde etme telaşından vazgeçmiyoruz ama elde edince doyuma da ulaşmıyoruz. Hatta ne kadar mekanik, kayıtsız bir tarzda elde edersek; o nesne de o kadar sıkıcı ve renksiz oluyor. Bıkkın kişiliğimiz, tepki olarak, paradoksal biçimde, sürekli yenilenen çekicilik unsurlarının peşinde sürükleniyor. Hep “başka” olan bir yenilik var. Daha fazla doz! Daha fazla kadın! Daha fazla erkek! Daha başka! Daha yeni! Daha çok! Daha hızlı! Daha geçici! Diğer yandan da biz nevrastenik bireyler bu yokluğun farkındayız. Yokluğun içindeki yok oluşun da. Ama çıkmaya yeltenemiyoruz. Çünkü irademize hâkim olmuş katıksız zihinselliğin bize ürettirdiği çözüm yine yeni bir cazibe peşine düşüş oluyor.
Simmel, bıkkınlığın birincil nedenini şöyle tanımlıyor: “…sinirleri uyaran birbirine zıt unsurların hızla değişmesi, son derece yoğun ve sıkıştırılmış halde olmasıdır. …sınırsız zevk peşinde geçirilen bir hayat, sonunda insanı bıktırır – uyarılan sinirler, öylesine uzun bir süre boyunca bütün güçleriyle tepki vermeye zorlanmıştır ki, artık hiçbir şeye tepki vermez olur.”[4]
Giddens, Modernliğin Sonuçları’nda Marx’ın, Durkheim’in ve Weber’in “Modernlik” yaklaşımlarını okuyor ve yetersiz kaldıklarını söylüyor: Marx sınıf mücadelesini kapitalist düzen içindeki temel bölünmelerin kaynağı olarak görüyordu; ama, aynı zamanda daha insancıl bir toplumsal sistemin ortaya çıkışını da düşlemekteydi. Durkheim, endüstriyalizmin daha çok yayılmasının, işbölümü ve ahlaki bireyciliğin birleştirilmesiyle bütünleşmiş, uyumlu ve doyurucu bir toplumsal yaşamı kuracağına inanıyordu. Max Weber ise sosyolojinin bu üç kurucusu arasında en kötümser olanıydı. Modern dünyayı, maddi ilerlemenin, yalnızca bireysel yaratıcılığı ve özerkliği ezen bir bürokrasinin genişlemesi pahasına elde edildiği paradoksal bir ortam olarak görüyordu. Ancak o bile modernliğin karanlık yüzünün ne denli büyük olabileceğini tam anlamıyla tahmin edememiştir.[5]
Süreksiz, mesafeli bu nevrastenik yaşamalarda aşk denen şey de sonsuz ve değişmez olanın; gelip geçici, ele avuca sığmayan diğer yarısı. Erich Fromm’un dediği gibi: “…Eğer alçakgönüllülük, cesaret, inanç, gerçek disiplin yoksa (…) bireysel aşk tatmin kaynağı olamaz.” Fakat diye ekliyor Fromm: “Bu niteliklerin ender bulunduğu bir kültürde, gerçekleşmiş bir aşk istisnai olmalıdır…”[6]
Aşk bugün böyle bir imkânsızlığa mayalanmış. Çünkü “su” diye “şüphe” içip; “ekmek” diye “güvensizlik” yiyoruz. Her şey risk çünkü; her şey anlık. Elimizden her an kayabilir sevdiğimiz erkeğin/kadının eli. Çünkü aşk artık biricik olaylarından daha farklı bir nitelikte. Bize bugün sorulduğunda defalarca aşık olduğumuzu hissettiğimizi ya da olduğumuzu belirtiyoruz. Çağımızda yaşamlarındaki birden fazla deneyime aşk diyen, yaşamakta oldukları aşkın sonuncu olduğuna güvence veremeyen ve gelecekte de aşk yaşayacağını düşünen insan kesimi hızla artıyor. “Ölüm bizi ayırana kadar” şeklindeki romantik aşk tanımının modası çoktan geçti. (…) Aşk adı verilen deneyim yelpazesi önemli ölçüde de gelişti. Aşk diye, “sevişmek” kod adı altında tek gecelik ilişkiler ima ediliyor. [7]
Bilinçler bunca açıkken, tamamen tinsel ve aslında yüzyıllık “sabit” bir duygu olan aşkı, katıksız zihinselliğimize; “akışkan” artık onlar diye kim yutturabilir ki? Uzun bakışmaları yoksa, güven yoksa iki zihin arasında, bir yürekten başkasını görmüyor değilse yürek; kaçıncı endüstriyel süreci atlamışta olsak, aşk olmaz orada.
Bunca süreksiz ilişkiselliklerin ortasında, bu kadar likitken tüm bağlar, ortaya çözülecek bir düğüm bile atılmamışken, kolayken her şey bu kadar, tükenip giderken, en acısı da dünyanın en mükemmel insanı karşınıza çıktığında siz asla güvenemeyip, şüphelerden sıyrılamazken, bunca modernlik içinde, bunca biçimlendirilmişken biçimsizlikleri ilişkilerimizin, nevrotik sabahlara ve gecelere bulanırken uykular… Nasıl mümkün sevip su gibi akmak? Nasıl mümkün bu çağda nevrastenik olmayan bir aşka inanmak?
[1] Georg Simmel, “Die Grossstadte und das Geistesleben”; Metropol ve Tinsel Hayatlar.
[2] Georg Simmel, Modern Kültürde Çatışma, David Frisby, Sunuş, sf. 24.
[3] Walter Benjamin, Charles Baudelaire. A Lyric Poet in the Era of High Capitalism, s. 151; Georg Simmel, Soziologie (Leipzig: Duncker und Humblot, 1908).
[4] Georg Simmel, “Die Grossstadte und das Geistesleben”; Metropol ve Tinsel Hayatlar, sf. 90-91.
[5] Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, sf. 15.
[6] Erich Fromm, The Art of Loving (1957; Thorsons, 1995), s. VII.
[7] Zygmunt Bauman, Akışkan Aşk, Çev: Işık Ergüden, Versus, sf. 13 – 14, 2009.